2008 krizi sonrasında Harvard Üniversitesi’nden Carmen Reinhart ve IMF Eski Başekonomisti Kenneth Rogoff, “Bu Sefer Farklı” başlıklı bir kitap yazmıştı. Kitapta dünya üzerinde o güne kadar gerçekleşmiş ekonomik krizler incelenmiş ve bu krizlerin birbirlerine benzer yanları olduğu ve en temel yanlışın bu sefer farklı bakış açısı olduğunu ifade etmişlerdi. Ancak son üç dört aydır yaşadığımız salgın tüm dünyayı her açıdan o kadar zor bir duruma düşürdü ki sanıyorum Reinhart ve Rogoff salgın bittiğinde “Bu Sefer Gerçekten Farklı” isimli yeni bir kitap yazmak zorunda kalacak.

Evet bu sefer gerçekten yaşadığımız kriz, daha önce karşılaşılan tüm krizlerden sebebi itibariyle çok farklı. Geçmişte borç yönetimi, döviz kurlarındaki artışlar ya da bankacılık sistemindeki dengesizliklerle ortaya çıkan krizler finans sektörü üzerinden reel sektöre yansıyabilir ve nihayetinde krize giren ülkelerde insanlar işlerini kaybedebilirdi. Ya da reel sektörde yaşanan bir şok, kamuya ve finans sektörlerine sıçrayıp yine ülke ekonomilerini krize sokabilirdi. Hangi durum geçerli olursa olsun yaşanan ekonomik krizler, en nihayetinde işsizlik, gelir kaybı gibi sorunların derinleşmesi ile sonuçlandı.

Ancak bu kez tek başına bir kriz yaratmaya neden olabilecek tüm panik unsurları bir arada ortaya çıktı. Salgının yarattığı tedirginlik ve karantina önlemleri ile hanehalklarında ve finans sektöründe güven sorunu, uluslararası tedarik zincirinde yaşanan aksamalarla birlikte arz şoku ve işsizlik, işsizlik ve işsizlik endişesi ile birlikte gelen talep şokları… Ciddi bir panik yaşadığımızı söyleyebiliriz. Son dönemde panik bir miktar azalmış görünse de bu şokların etkilerini yaşamaya devam ediyoruz. Bu etkileri bizim gibi gelişmekte olan ülkeler ise çok daha derinden yaşıyor.

Türkiye ise o gelişmekte olan ülkelere göre son yıllarda sık sık konuştuğumuz, 2018’de de büyük bir krize neden olan dengesizliklerin devam ettiği bir dönemde böylesi bir krize yakalanması nedeniyle daha da olumsuz yaşıyor.

Ortaya çıkan tablo ise maalesef bunu doğrular durumda.

Hanehalkları açısından zaten yüksek olan işsizlikteki artış ve düşük olan gelir daha da düşmüş durumda. Hükümetin kısa çalışma ödeneği, işten çıkarmanın yasaklanması ve ücretsiz izin gibi uygulamaları maalesef ne işsizlik artışını önleyebilecek büyüklükte ne de geliri düşen hanehalklarının sorunlarını ortadan kaldırabilecek bir yapıya sahip. Nitekim son üç ayda gelir kaybına uğradığını resmi destek rakamları ile tespit edebildiğimiz çalışan sayısı 1,4 milyona ulaşmış durumda.

Öte yandan reel sektörde salgın öncesinde bir miktar hareketlenme olsa da iki yılı aşkın süredir devam eden bir durgunluk zaten söz konusu idi. 2020’de işlerin daha iyi gideceğini düşünen işverenler için salgın sürecinde yaşanan karantinalar hem üretim tarafında hem de talep tarafında çok daha olumsuz bir durum yarattı. Yine özellikle yıllarca dışardan borçlanan büyük ölçekli işletmelerde de bilançolar TL’deki değer kaybı ile erimeye devam ediyor. Kısa vadede 170 milyar dolar ödemesi olan şirketlerin yılbaşından bu yana sadece TL’nin değer kaybından ötürü karşılaştıkları zarar 170 milyar TL’ye ulaştı. Daha önceki krizlerde TL’nin değer kaybı en azından ihracat artışına neden oluyordu ancak salgın, krizin küresel ölçekte yaşanıyor olması, üretim ve lojistik ile ilgili zorluklarla bu kez ihracatta da artış bir kenara düşüş ile karşılaştık.

Son olarak krizin finansal kesimdeki etkisi ise yukarıda bahsettiğimiz sorunlara paralel olarak yaşanıyor. Bankalar ise genel olarak finansal piyasalarda yaşanan dalgalanmaların dışında bir de üzerine hükümetin bugüne kadar açıkladığı paketlerde yer alan kredi risklerini üstlenmekle meşgul. Nitekim bu krizi de dahil ettiğimizde bankaların, 650 milyar TL’si hanehalklarından olmak üzere toplam 3,1 trilyon kredi alacağı bulunuyor. Sene başından bu yana kredilerde artış oranı ise %20. Bu kredileri alan tüketiciler ve şirketlerin yukarıda bahsettiğim güçlüklerinin devam etmesi ise özellikle kredi piyasası için ciddi bir risk olarak kenarda duruyor.

Şu aşamada bu kadar kompleks bir krizin tabii ki çözümü de zor. Ancak ekonomi yönetimi bu süreci tam tersinden ele alarak işi daha da zorlaştırıyor. Bakan Berat Albayrak’ın açıkladığı kadarıyla bugüne kadar 252 milyar TL’lik bir önlem paketi hayata geçmiş. Yine açıklanan verilere göre bu tutarın 12,5 milyar TL’si nakdi destek olarak dar gelirlilerin, işsiz kalanların cebine koyulurken geri kalan tutar kredi olarak tüketicilere ve şirketlere aktarılmış durumda. Krizin görece iyi yönetildiği Fransa ve Almanya gibi ülkelerde nakit desteklerinin yanında Türkiye’de uygulanan desteklerin oldukça sınırlı olduğunu da aşağıdaki tablo net bir şekilde gösteriyor.

Bu noktada yine krizin temel etkisinin hem tüketicilerde hem de işletmelerde gelir düşüşü ya da tamamen kaybı olduğunu hatırlatalım. Dolayısıyla “gelir artışı olmadan” daha fazla kredi vermenin yukarıda bahsi geçen sorunları çözmeyeceğini görmek durumundayız. Hatta bir adım daha ileri gidip daha da derinleştirdiğini ve kredi ile sorunu çözme yaklaşımının etkisinin çok sınırlı olduğunu görmek zorundayız.

Tüketicinin borçlanma olanaklarını değil, gelirlerindeki düşüşü önleyecek somut adımlar atılmadığı sürece piyasanın da hareketlenmeyeceğini düşünerek bir program yapmadığımız sürece piyasadaki durgunluğu atlatabilmemiz mümkün olmayacak. Ancak bunun farkına varacak mıyız? Maalesef pek de öyle görünmüyor!