GSYİH büyüme rakamları dün TÜİK tarafından açıklandı. 2018 yılı ilk çeyrek büyümesi %7,4 gibi yüksek bir rakam geldi. Böylesine yüksek bir büyüme oranının dünyanın her yerinde çok fazla sevinç yaratması gerekir. Ancak birçok ekonomist bu rakamın açıklanmasının ardından endişelerini dile getirdi.

Peki neden?

%7,4’lük büyümenin alt bileşenlerine baktığımızda özel tüketim harcamalarının büyümede sürükleyici olduğu görülüyor. Yine yatırım harcamaları ve özellikle bu kalem altında inşaat yatırımlarının büyümede öne çıktığı görülüyor.

Yatırım harcamaları ve inşaat ile ilgili kısım zaten uzun bir zamandır eleştiri konusu. Ancak bu kez büyüme ile ilgili en önemli eleştiriler iki başlıkta toplanıyor. Birincisi Türkiye’nin sahip olduğu büyüme potansiyelinin üzerinde büyümesi ile birlikte gelen ekonomideki ısınma ve diğer eleştiri de büyümenin tüketime dayalı olması.

Peki gerçekten tüketim temelli bir büyüme, istenmeyen bir büyüme midir?

Aslında ülkenizde yaşayan insanların belirli koşullarda daha fazla tüketiyor olması demek o ülkede refahın adil bir şekilde arttığını gösterebilir. Nitekim başta Japonya olmak üzere birçok gelişmiş ülke dinamik, tüketme eğilimi artan bir ekonomiye sahip olmak için uzun zamandır uğraşıyor. Yani aslında tüketim olmadığı için sorun bile yaşayan ülkeler var.

O zaman şunu söylemek mümkün oluyor. belirli koşullar altında tüketim artışını sağlayabilen bir ekonomiye sahipseniz, tüketim temelli büyüme bırakın kötü olmayı gayet de arzu edilir bir büyüme modelidir.

Peki bu koşullar nelerdir ve Türkiye’nin tüketim temelli büyüme modeli bu açıdan gerçekten eleştirilmeli midir? Kısaca özetlemeye çalışayım.

**
Üretim – tüketim dengesi

Tüketimin yüksek olması talebin de yüksek olması anlamına gelir. Talebin yüksek olması ise bir ülkede üreticilerin daha fazla üretebilmesi için gereli zemini yaratır. Üreticiler eğer bu konuda esnek bir yapıya sahipse ya da hızlıca bu talebe karşılık verecek yatırımları hayata geçirebilecek bir ortama sahip ise sonuç üretimde de artışa işaret eder. Yani sağlıklı bir büyüme ortamı bu şekilde oluşabilir ve ülkede daha fazla gelir yaratılması sağlanabilir.

Dolayısıyla artan tüketime cevap verebilen bir üretim altyapısına sahipseniz tüketimin yüksek olması iyidir.

Türkiye’ye baktığımızda bu koşullar sağlanabiliyor mu sorusunun yanıtı ise maalesef hayır. Yani üretim kapasite olarak da kalite olarak da talebe cevap vermekte oldukça yetersiz. Zaten enflasyon ve cari işlemler açığı rakamlarındaki olumsuz gidişat da bize bu tespiti doğruluyor.

Eğer talepteki artış kadar üretimde bir artış gerçekleşmiş olsaydı, fiyatlar üzerinde bu kadar baskı olmaması gerekirdi. Yani enflasyonun talep boyutu daha sınırlı olacağından, enflasyondaki artış en azından bugünkü kadar yüksek olmayacaktı. Cari açık da aslında benzer bir duruma işaret ediyor. İçerideki üretim ile talep karşılanamadığı için Türkiye mecburen ithalata yöneliyor ve cari açık da hızla artıyor.

Bu açıdan bakıldığında hem cari açıktaki rekor artış, hem de enflasyondaki talep temelli baskı bize gösteriyor ki tüketim temelli bir büyüme, yurtiçi üretimde karşılık bulmuyor. Üretim talep artışına cevap veremiyor.

Tüketim artışını kendi lehimize çevirebilecek bir üretim altyapısı kurmadıkça, büyüme için önemli bir fırsat olan yüksek talep bizim için enflasyon ve cari açık olarak geri dönüyor ve beklenenin aksine bir tehdide dönüşüyor.

**
Tüketimin kaynağı

Burada ikinci bir mesele de tüketimin, gelir karşılığı. Yani tüketimdeki artış gelirdeki artış ile paralel mi yoksa tüketiciler gelecekteki gelirlerinden mi vazgeçiyor? Eğer tüketicilerin mal ve hizmet taleplerinin kaynağı gelirlerindeki artış ise o zaman yine tüketime dayanan bugünkü büyümeyi eleştirmek anlamlı olmayacaktı. Ancak Türkiye’de maalesef bu koşulda yerine gelmiyor. Yani talep artışı borçlanma temelli bir tüketim artışına işaret ediyor. Nereden mi biliyoruz?

Geçtiğimiz hafta Sözcü Gazetesi’nde çıkan bir haberde geçen veriler dahi tek başına bu durumun tespiti için yeterli. Vatandaşların bankalara olan kredi kartı ve tüketici kredisi borçlarının son 15 yılda geldiği nokta bize tüketimin gelir artışı ile değil borçlanmaya dayandığını işaret ediyor.

Tüketicilerin 2002 yılından 2017 yılı Şubat ayına kadar bankalara olan kredi ve kredi kartı borcu 64 kat artarak 6.6 milyar liradan yaklaşık 426 milyar liraya yükselmiş durumda.

Peki bu durum, sürdürülebilir bir büyüme vaat ediyor mu?

Faizlerin son birkaç ayda %10’lardan %20’lerin üzerine doğru çıktığı, küresel gelişmelere bağlı olarak bir miktar daha artma riskinin olduğu bu dönemde tüketicinin bırakın yeni borçlanma yaparak tüketime yönelmeyi, mevcut borçlarını öderken dahi zaafa düşmesi şaşırtıcı olmayacak. Özellikle son 15 yılda borcu sürekli borçla kapatan Türkiye tüketicisinin artan borçlanma maliyetleri ile bu durumu daha fazla sürdürmesi sözkonusu dahi değil.

**
Tüketimin dağılımı

Eğer toplumun tüm kesimleri gelirlerindeki artış ile birlikte tüketime yönelebiliyorsa ve bu artan talebe ülkedeki üreticiler de üretimi arttırarak karşılık verebiliyorsa tüketim temelli büyümenin eleştirilecek bir durum olmadığını söyledik. Bu başlıkta altını çizeceğimiz husus ise toplumun tüm kesimleri kısmı. Yani tüketimin bir başka açıdan bir refah artışı göstergesi olduğundan hareketle, toplumun genelinde böyle bir artışın olması bir taraftan sevindirici olacaktır. Ancak gelir adaletsizliğinin yüksek olduğu ve her geçen gün daha fazla bozulduğu ülkemizde maalesef talep, toplumun tüm kesimlerinden gelen sağlıklı bir gelir artışına dayanan bir talep değil.

Düşük geliri ile borçlanarak temel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan geniş toplum kesimlerinin tüketim artışını refah artışı olarak tanımlamak, günümüz standartlarında pek de kabul görmeyecektir. Yani buzdolabı örneği üzerinden gidersek günümüz teknolojisinde buzdolabı sahibi olmak bir refah artışı göstergesi değil, temel ihtiyacın karşılanmasıdır. Aslolan tüketimdeki artışın da gelirdeki artışın da adil dağılımıdır.

Ancak bu sağlanırsa, tüketim temelli büyüme sürdürülebilir hale gelebilecektir.

**

Tüketim temelli büyüme kötü değildir. Bilakis iyi değerlendirilirse oldukça da iyidir. Yıllardır talebi bir türlü arttırmaya çalışan Batı ülkelerini ve Japonya’yı unutmayalım.

Türkiye’de mesele tüketime dayanan bir büyüme olması değil, bu artan tüketimi karşılayacak üretim ve gelir artışının olmayışıdır. Ortam da böyle olunca, ülkede başta enflasyon ve cari açık olmak üzere diğer makroekonomik göstergeler daha da bozulur.

Bir an evvel uyanalım.

Mesele büyümenin yapısında değil, ekonominin yapısında…