Son dönemde TL’nin değer kaybının temel nedenlerinin başında Türkiye’nin döviz açığı geliyor. Yıllık cari açığın 60 milyar dolara yaklaştığı, yüksek dış borç ödemeleri nedeniyle firma ve bankaların döviz ihtiyacının arttığı bu dönem, bir çok finans kuruluşu ve kredi derecelendirme kuruluşu tarafından son yılların Türkiye ekonomisi açısından en riskli dönemi olarak görülüyor.

İster istemez temel neden döviz açığı olunca, akla gelen ilk çözüm bu açığı azaltacak önlemlere yönelmek. Elbette makul bir yaklaşım ancak, bu yaklaşım kapsamında üretilen çözümlerin de sonuç verme konusunda gerçekçi olması büyük önem taşıyor. Bu önlemlerden biri de Türkiye’nin dış ticaretinde dolar ve Euro gibi uluslararası ticaretin ana taşıyıcısı konumundaki paralara daha az ihtiyaç duyabileceği bir mekanizma kurmak. Ya da bir başka deyişle Türkiye’nin yerel para birimleri ile dış ticaretini arttırmak. Bu bağlamda da en fazla öne çıkan ülkeler Çin, Rusya ve İran. Bu ülkelerle TCMB arasında para değişim mekanizmasının kolaylaştırılmasına yönelik anlaşmalar da imzalanmış durumda. Peki bu yaklaşım gerçekten beklenen sonucu yaratabilecek mi? Yani Rusya ile Ruble-TL, Çin ile Yuan – TL ve İran ile Riyal-TL ticaret mümkün olabilecek mi?

Bence bu önlemin etkin bir sonuç vermesinin önünde birkaç temel neden bulunuyor. Bu nedenler ortadan kalkmadıkça da istediğimiz sonucu almamız kısa vadede çok da mümkün görünmüyor.

Birincisi ikili ticaret açıkları. 2017 yılı rakamlarına ve daha öncesine baktığımızda Türkiye’nin bu ülkelerle ticaretinde ciddi bir açık verdiği görülüyor. TÜİK rakamlarına bakıldığında son beş yıllık süreçte bahsi geçen ülkelerden Rusya ile yıllık dış ticaret açığımız 16,89 milyar dolar, Çin ile 21,83 milyar dolar ve İran ile görece dengeli de olsa 3,71 milyar dolar ortalama dış ticaret açığı veriyoruz. Bu açığın dışında Rusya ve İran’dan gelen turistleri de dikkate alalım, zira oradan da bir döviz girdi çıktısı oluyor. (Çin’den ciddi bir turist akımı olmadığını biliyoruz, o yüzden buraya almıyorum)

2017 rakamlarına göre İran, Türkiye turizmi için en fazla ziyaretçinin geldiği üçüncü ülke durumunda. TÜİK’in 2017 yılı hesaplamalarına göre turist başına gelir 722 dolar. İran’dan 2,5 milyona yakın Türkiye’ye bu rakamı baz aldığımızda yaklaşık 1,8 milyar dolar bir gelir bırakmış durumda. Ortalama dış ticaret açığımıza bu rakamı da eklediğimizde İran ile hala 1,9 milyar dolarlık bir açık verdiğimiz görülüyor.

Benzer bir hesabı Rusya ile de yaptığımızda 2017 yılında 4,7 milyon ziyaretçi ile birinci sırada yer alan Rusya’nın bıraktığı gelir yaklaşık 3,40 milyar dolar düzeyinde. Yıllık ortalama 16,89 milyar dolar ticaret açığından bu rakamı düştüğümüzde yine de iki ülke ekonomik ilişkilerinde yaklaşık açık 13,40 milyar dolar civarında oluyor.

Yani ikili ilişkilerde bizim bu kadar dolar karşılığı TL’yi bu ülkelere vermemiz ve bu ülkelerin bu kadar TL’yi rezervde tutmayı kabul etmesi gerekiyor. Zira yine son beş yıla baktığımızda İran ile 2016 yılında yakalanan 270 milyon dolarlık dış ticaret fazlası dışında bu üç ülke ile sürekli açık vererek ekonomik ilişkilerimizi sürdürüyoruz. Bu büyüklükte bir TL’yi rezervde tutmayı bu ülkelerin kabul etme olasılığı maalesef pek mümkün görünmüyor.
Ancak daha kötü haberi de vereyim. Diyelim ki Rusya, İran ve Çin bu büyüklükte bir TL rezerv tutmayı kabul ettiler. Bu durum ise Çin bir yana bölgede sürekli çıkar çatışması içinde bulunduğumuz İran ve Rusya’ya Türkiye üzerinde inanılmaz bir ekonomik baskı yaratma gücü verecektir. Yine TÜİK verilerine baktığımızda sadece üç yılda Çin, Rusya ve İran’ın bize karşı verdiği fazladan ötürü rezervlerinde bulunacak TL miktarının toplamı 372 milyar TL olacaktır.

Ortaya çıkabilecek uluslararası bir siyasi krizde, bu ülkelerin ellerindeki rezervi Türkiye’ye karşı kullanmayacağının garantisini bize kim verebilir? Öte yandan bu büyüklükte bir paranın başka bir ülkenin merkez bankasının rezervlerinde bulunması para politikası açısından da ciddi bir sıkıntı yaratmayacak mıdır? Ekonomik güvenlik açısından bu kadar büyük açık verdiğimiz ülkelerle yerel para üzerinden işlem yapmak, bugün karşı karşıya kaldığımızın çok dışında sorunlar yaratabilecektir.

**

Yukarıda saydığım mesele, makro bir perspektiften neden bu önlemin gerçekleşmeyeceğini gösteriyor. Ancak bir de işin mikro boyutunda da çok ciddi problemler var. Son yıllarda ABD Merkez Bankası (FED) tarafından sürdürülen faiz artırımı süreci bizim gibi tüm gelişen ülke para birimlerinde ciddi dalgalanmalar yarattı. Bir aylık bir süreçte bile %5’lik-10’luk değer kayıpları söz konusu.

Böylesi dalgalanmaların hızlandığı bir süreçte firmalar kendi para birimlerinden bile yurtiçi ticarette fiyatlama yapmakta zorlanırken uluslararası ticarette nasıl fiyatlama yapabilecekler? Türkiye gibi üretimin ithal girdi ve dolayısıyla dolar temelli bir maliyeti olduğu dikkate alındığında fiyat belirlerken nasıl bir yaklaşım sergileyecekler? Diğer yandan TL’nin değer kaybını dikkate alan Çinli ya da Rus bir satıcı, Türk Lirası cinsinden ödemede yaşayacağı dolar cinsinden zararı nasıl kabul edecek?

Buradan da net bir şekilde görülüyor ki mikro ölçekte bir miktar belki yerel para birimleri cinsinden ticaret yapılacak olsa da bunun genele yayılması oldukça zor.

**

Daha başka boyutları da elbette var bu tartışmanın.

Ancak yukarıda bahsettiğim mikro ve makro nedenler bile yerel para birimleri cinsinden ticarete, özellikle de ciddi dış açık verdiğimiz ülkelerle girmemizin hem güvenlik hem de ekonomik açıdan doğru olmayacağını gösteriyor.

Umarım sesim duyulur.

NOT: Bu konuda daha önce Mahfi Eğilmez’in yazdığı yazının linki de aşağıda.

http://www.mahfiegilmez.com/2016/08/turkiye-ile-rusya-arasnda-ruble-ve-tl.html