Her şeyden önce şunu yazayım. 128 milyar dolar, TCMB’de döviz/altın olarak durduğu sürece
anlamlıdır. Hesapta TL olarak durması ya da TCMB dışına çıktıktan sonra vatandaşta döviz/altın olarak
durmasının bir önemi yoktur. Çünkü TCMB rezervi Türkiye ekonomisinin dış dünya ile olan ekonomik
ilişkisinin temel teminatıdır. Dış dünya TL cinsinden teminat kabul etmediği için de döviz/altın
cinsinden bu rezerv tutulmadığı sürece bir anlamı yoktur.
Hazine ve Maliye Bakanı Elvan, pazartesi günü Türkiye’de döviz atakları vardı, bu atakların
engellenmesi için rezervlerin kullanıldığını söyledi. Elbette her politika uygulamasında olduğu gibi bir
tercih yapıldığını anlıyoruz. Ancak kamu kaynaklarının kullanıldığı tercihleri yaparken çeşitli
senaryolar ile fayda-maliyet analizi yapılmalı ve eğer fayda maliyetin üzerine çıkacak ise politika
uygulanmalıdır. Bakalım öyle mi olmuş?
Öncelikle fayda tarafına bakalım. 2019 yılı başı itibariyle hızlanan rezerv satış politikasında ekonomi
yönetiminin beklediği fayda, kısa vadede TL’nin değer kaybını frenlemek, faizleri düşük tutarak
ekonomide canlanmayı devam ettirmekti. Orta vadede beklenen fayda ise kur artışı nedeniyle
hızlanan enflasyonu yavaşlatmaktı. Kendi içinde bile tutarsız, bir yandan canlanma yani talep artışı,
diğer yandan enflasyonun yavaşlaması.
Yine de bir soralım, 128 milyar dolar rezervin harcanması ne işe yaradı?


TL’nin değer kaybının frenlenmesi mümkün oldu mu? Dövizin üç yıldır rekorlar kırdığına maalesef hep
birlikte şahit olduk.
Peki, faiz düştü mü? Kısa vadede evet!
2019 yılına %24 faizle girmiştik. Temmuz 2019 sonrasında faizlerde ciddi bir gevşeme süreci başladı.
Nisan – eylül 2020 arasında ise faizin %8’lerde seyrettiğine şahit olduk. Her ne kadar yaşanan
gelişmeler nedeniyle kasımdan itibaren yeniden bugünkü seviye olan %19’lara doğru bir artış olsa da,
en azından kısa vadede faizin bu dönemde düşük kalmasının sağlandığını görebiliyoruz. Ancak o
dönemde de hep uyardığımız gibi faiz baskısı eninde sonunda Türkiye’ye çok daha yüksek faiz olarak
geri dönecekti. Velhasıl son dönemde döndü de…
Son olarak enflasyon tarafında da iki yıldır istenen başarı sağlanamadı. Hem de TÜİK’in fiyat
endekslerini hesaplama konusunda ciddi bir itibar kaybı yaşamasına rağmen. Bu süreçte 2019 ekim ve
kasım ayları dışında enflasyon çift hanede seyretti. Ekonomi yönetimi sürekli tünelin ucunda ışık
görse de, her açıklamada enflasyonun önümüzdeki aylarda tek haneye ineceği söylense de beklenti
gerçekleşmedi. Halihazırda %16 olan resmi enflasyonun önümüzdeki aylarda %20’lere doğru çıkması
da maalesef içten bile değil.
Görüldüğü gibi beklenen fayda sadece faiz tarafında, o da kısa vadede gerçekleşti. Faizin düşük
kalmasından ekonomi yönetiminin temel beklentisi büyümenin kur şoklarına rağmen sağlanması,
yatırımların ve istihdamın artması idi. Bu beklenti gerçekleşti mi?
Maalesef hayır.
Büyüme Türkiye’nin uzun vadeli potansiyel büyüme oranı olan %5’in üç yıldır altında seyrediyor.
Türkiye’de 2020 son çeyrek hariç yatırım harcamaları son üç yıldır artmıyor. Pandemi öncesinde dahi
Türkiye’de işsizlik en önemli sorunların başında geliyordu. Pandemi ile birlikte iyiden iyiye derinleşti
ve geniş tanımla sayısı 10 milyonun üzerinde işsiz vatandaşımız oluştu.

Bir de unutmadan…
Konut satış sayısı da pandemiye rağmen rekor kırdı ve 2020’de tarihin en yüksek seviyesine 1,5
milyona ulaştı. 2019’da da yine 1,34 milyon konut satılmıştı Türkiye’de.
Bu satış rakamlarına ulaşılması 128 milyar dolarlık rezervi tüketme politikasının beklenen sonuçları
arasında mıydı?
Belki de değildi ve bir yan etki olarak ortaya çıktı.
Ya da zaten ana mesele buydu.
Karar sizin!