Biz ekonomistlerin yıl içerisinde en merak duyduğu verilerin başında ekonomideki genel gidişatı gösteren büyüme verileri gelir. Bu hafta açıklanan ikinci çeyrek büyüme verisini ise pandemi dönemindeki ekonomik faaliyeti gösterecek olmasından ötürü ayrıca bir merakla bekledik. TÜİK tarafından pazartesi günü açıklanan veriye göre Türkiye ekonomisi 2020 yılının ikinci çeyreğinde %9,9 küçüldü. Verinin detaylarına ilişkin değerlendirmeleri zaten dün Gazete Pencere’de okudunuz.

Hükümet kanadından Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak da verinin açıklanmasının ardından başka ülkelerdeki ekonomik daralmanın boyutlarıyla Türkiye’yi karşılaştırarak, kötümser tabloların aksine dünya ülkelerine kıyasla iyi bir sonuç aldığımızı ve Türkiye ekonomisinin temellerinin sağlam olduğunu ifade etti.

Bilmiyorum sizin de dikkatinizi daha önce çekti mi ama ekonomik verilerle ilgili iki gelenek oluştu.

Birinci gelenek açıklanan veri olumlu ise açıklama yapmak, değilse geçiştirmek. Mesela 10 Ağustos günü işsizlik verileri yayınladığında Sayın Bakan bu konuya hiç değinmemekle birlikte o gün açıklanan aslında halkın asıl meselesi olan işsizlikle de doğrudan ilişkisi olmayan İSO Türkiye İmalat Sektörü İhracat İklimi Endeksi’nin iyiye gittiğini ifade etti. İşsizlik verisi görmezden gelindi.

Yaratılan ikinci gelenek ise olumsuz verileri, eğer Türkiye’de durum daha iyi görünüyorsa başka ülkelerle kıyaslamak oluyor. Hemen örnek vereyim.

Türkiye ekonomisi birinci çeyrekte %4,4 büyürken OECD’nin en hızlı büyüyen ikinci ülkesi deniyor, ikinci çeyrekte %9,9 ekonomide küçülme yaşanırken de başka ülkelere atıfla görece iyi atlattığımız ifade ediliyor. Dünyanın diğer yerlerindeki daralma ve pandemi etkisi elbette bütün ülke ekonomilerini daralttı, doğrudur. Bu açıdan dünyaya bakmak mantıklı ama karşılaştırma yapılan ülkelerdeki ekonomik daralma sürecinin yarattığı olumsuz etkilerin telafisi için yapılanlarla bizdekiler arasında dünya kadar fark olduğunu da atlamadan bunu yapmaktır doğru olan. Örneğin Sn. Albayrak tabloda Almanya’daki ekonomik küçülmeye göre daha iyi olduğumuz ifade etti. Aynı Almanya bu küçülme döneminden olumsuz etkilenen vatandaş ve esnafa geri ödemesiz destekler sunup, bu küçülmenin yaratacağı olumsuz etkiyi sınırlandırmaya çalıştı. Bizim ne yaptığımızı ise artık yazmaktan sıkıldık. Bir kelime ile ifade edelim yine de. Vatandaşa borç verdik.

Bu açıdan rakamları başka ülkelerle birlikte değerlendirmek bazı durumlarda en fazla da kendi kendimizi kandırmak oluyor…

Açıkçası iyi ya da kötü fark etmeksizin, vatandaşın da yatırımcının da ekonomi yönetiminden beklediği tek şey artık gerçeklerle yüzleşmesi. Ve belli ki görmezden gelinen ya da iyi gösterilmeye çalışılan rakamlar bu gerçekleri göstermiyor artık. Bu taraf ile yüzleşmediğimiz sürece de ekonomide kalıcı çözümleri üretmesi gereken siyasetin bu yönde bir adım atması mümkün olmuyor.

Uzun lafın kısası, Sn. Bakan Berat Albayrak’ın elbette çok iyi eğitimli danışmanları vardır. Ama dışardan bir ses olarak kendisine danışmanların sunduğu rakamlar dışında bir tavsiye vermek isterim. Korumaların ya da her şey iyi diyen figüranların olmadığı, kendisinin susup vatandaşın konuştuğu ve gerçek dertlerini ifade edebildiği bir yaklaşım, kendisi sürekli “yeni mimari” yapmaktan kurtarabilir.

Benden söylemesi…

EKONOMİ HİKAYELERİ

Bir araba ve kriz hikayesi

Birkaç hafta önce ikinci el araçlardaki fiyat artışları üzerine Gümrük ve Ticaret Bakanı Pekcan ikinci el araba satışını yılda 3 kezden fazla yapanlar için, bu işlemin ticari faaliyet sayılacağını ve yaptırım geleceğini söyledi. Öte yandan pandemi ile birlikte başlayan düşük faiz ortamı da araç talebini patlatmıştı. Bu hafta bu konuda bir adım daha atıldı ve otomobillere uygulanan özel tüketim vergisi (ÖTV) arttırıldı. Geldiğimiz noktada TL’nin değer kaybı ve vergi artışları ile birlikte artık araç fiyatları da birkaç yıl öncesine göre astronomik denecek kadar yükselmiş oldu.

Benim de aklıma babamın bir dönem öğretmenken araba alım-satım yaptığı 80’lerin sonu, 90’ların başı geldi. O yıllarda bir öğretmen için böyle bir işle uğraşmak da güzel gelir getiriyordu. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi araba bir yatırıma dönüşmüştü. Bugün alıp, yarın daha pahalıya satabiliyordunuz. O zamanlar pek anlamıyordum bunun nedenini, kullanıyoruz ve sonra da daha kullanılmış arabamızı daha pahalıya satabiliyoruz. Aklım karışırdı o kıt bilgimle.

Şimdi ise aslında her şeyin ithal olduğu ve TL’nin sık sık değer kaybettiği bir dönemde bunun ne kadar da normal olduğunu uygulamalı olarak görüyorum. Bir firmanın kuş isimleri verdiği araçlar çok popülerdi o yıllarda. Mesela Şahin! Bir hayli havalıydı bu araçtan edinmek. Hatta bir ara Şahin S’i de çıktı bunun, hatırlar mısınız bilmem.

Babam 1993’te 0 km olarak 30 milyon Lira’ya aldığı bu arabayı, 1994’te 36 milyon TL’ye satmıştı. Ama o zamanlar çok kazık yemiş olduğundan olsa gerek 6.000 Alman markı olarak anlaşma yapılmıştı (1 Alman Markı 6000 TL idi). 1994’te 5 Nisan krizi geldiğinde babamın 1000 mark alacağı kalmıştı. Ancak o 1000 markın satış esnasında 6 milyon olan değeri devalüasyon yüzünden çok kısa bir sürede 20 milyon TL’ye çıkmıştı.

O gün o satıştan babamın karlı çıktığını düşünmüştüm ama bugün geride kalan 26 yıla dönüp baktığımda aslında kimsenin kazanmadığını, koskoca ülkenin kaybının yanında birkaç kişinin kazancının bir hiç olduğunu anlayabiliyorum.

Belki bir gün gelir ülkeyi yönetenler de bunu anlar.