Bir önceki yazıda Şubat 2017’den bu yana her ay enflasyon rakamları açıklandığında başlayan tartışmalara yönelik düşüncelerimi ifade etmiştim. Yazıda bu tartışmanın çok da önemli olmadığını, asıl meselenin kalıcı bir şekilde enflasyonu toplumun tüm kesimleri için düşük olabilecek bir seviyeye indirmek olduğunu ifade etmiştim. Yine yazının sonunda %10 seviyesinin üzerinde tutunan enflasyonun bu yıl içerisinde TCMB’nin hedefi olan %7,9’a gelip gelmeyeceğine ilişkin görüşlerimi ifade edeceğimi belirtmiştim.

O zaman başlayayım.

**
Yazılarımı takip eden dostlar bilirler. Ben her zaman son sözü başta söylerim. Yine öyle yapacağım ve önümüzdeki dönemde çift hane tartışmalarının bitmeyeceğini ve maalesef TCMB’nin hedefinin tutmayacağını ifade edeceğim. Basit bir şekilde neden böyle düşündüğümü ifade edeyim.

İktisada giriş derslerinde öğrencilere enflasyondan bahsederken iki temel nedenden bahsederiz. Birincisi talep kaynaklı ve ikincisi ise maliyet temelli fiyat artışları. Türkiye ekonomisi malumunuz 2017 yılında %7,4’lük bir büyümeyi yakaladı. Bu büyümeyi yakalarken yine daha önceki yazılarımdan birinde ifade ettiğim gibi büyümenin ana dinamosu üretim artışından ziyade tüketimin hızlı büyümesi idi. Nitekim o yazıda örneğini verdiğim gibi bu büyümenin enflasyon yarattığı da başka örneklerden kolaylıkla anlaşılabilir. Göz atmanız için yazının linkini buraya bırakıyorum.

Hükümetten yapılan açıklamalara bakıldığında bu büyüme temposunun 2018’de de sürmesi için bir sürü yeni çalışma yapılıyor. Önümüzdeki günlerde paket üstüne paket de açıklanacak gibi. Dolayısıyla talebin zayıflamasına pek izin verilmeyecek gibi duruyor. Zaten sürekli faizin düşmesi yönündeki baskıyı da dikkate alırsak talebe bağlı fiyat artışlarının devam edeceğini görüyoruz.

Ama asıl mesele ikinci alanda. Yani maliyetlerde. Biz ekonomistler tüketici fiyat endeksi kadar üretici fiyat endeksini de (ÜFE) takip ederiz. Üretici fiyat endeksi, üreticilerin maliyetlerindeki değişimi gösterir. Eğer üretici maliyetleri hızlı bir şekilde artıyorsa, bu takip eden dönemlerde doğal olarak tüketici enflasyonunun da artması anlamına gelecektir. Yani maliyetleri artan üreticiler ürünlerine zam yapacak ve dolayısıyla tüketici fiyatları da artacaktır. Bu noktada Türkiye’de son on yılda ÜFE-TÜFE rakamlarına bakarak bu ilişkiyi daha iyi anlamak mümkün.

**
Peki üreticilerin maliyeti ne oluyor da bu kadar artıyor? İşte bu soru ile birlikte yine aynı yere dönmüş oluyoruz. Türkiye’deki üretim becerisinin düşüklüğü. Ya da üretim ile tüketim arasındaki dev açık da diyebiliriz.

Bir başka deyişle üretimin ana unsurları olan ham madde, ara mamül, enerji, yatırım malları gibi kalemlerde Türkiye’nin dışa bağımlılığı bizim için en temel sıkıntı. Zira özellikle dış ticaret açığının artması, cari açığın artması ve yine Türkiye’ye gelen dış yatırımların azalması ile birlikte döviz kurlarında hızlı hareketler gördüğümüz dönemlerde, üreticilerin de otomatik olarak maliyetleri artmış oluyor.

Belki şöyle bir örnek durumu daha anlaşılır hale getirebilir. Bir firmanın Çin’den aldığı ara mamül ile iplik ürettiğini varsayalım. İpliği dolar cinsinden ithal eden bu firma, ara mamülün dolar cinsinden fiyatı değişmediği durumda bile dolar’ın 3 TL’den 3,30 TL’ye geldiği anda %10’luk maliyet artışı ile karşılaşıyor. Son birkaç yıldır TL’nin de hızla değer kaybettiğini göz önüne aldığınızda ithal mallarla çalışan tüm firmalarda maliyetler artıyor.

Kur ile üretici enflasyonu ve tüketici enflasyonu arasındaki ilişkiyi de aşağıdaki grafikte kabaca görmek mümkün.

**
Tabii bir husus daha var. O da petrol fiyatları. Üreticilerin en önemli girdisi olan enerji maliyetleri (elektrik, doğalgaz vs.) hem TL’nin değer kaybetmesi hem de son 2 yıldır hızla artan petrol fiyatları ile birlikte ekstra artıyor. Benzindeki fiyat artışının sizde yarattığı etkiyi aynı şekilde üretici de yaşıyor. Her ay daha kabarık faturalarla, daha yüksek maliyetlerle karşı karşıya kalıyor. Son bir kaç yıldır petrol fiyatlarının dip yaptığı 25 USD’den 60 USD üzerine geldiğini de ifade edeyim. Petrol fiyatlarının daha da yukarılara gitmesi bizim için enflasyonda çok daha zorlu bir döneme girdiğimiz anlamına gelecek.

Bütün bu tahmin edilebilir hususların dışında henüz kesin olarak ön göremediğimiz başka hususlar da var. Mesela bu yıl kış oldukça yumuşak geçti. Böyle kış dönemlerini takip eden yaz aylarında sıcaklık rekorları kırıldığına şahit olduk. Eğer bu yaz da öyle bir yaza denk gelirsek gıda fiyatları üzerinde ciddi bir kuraklık baskısı görmek mümkün. Öte yandan uzun zamandır düşen uluslararası gıda fiyatları da son birkaç aydır tüm dünyada artış eğilimine girmiş durumda.

Dolayısıyla sadece TL’nin değer kaybı ya da enerji maliyetlerindeki artış bile bizim için düşük enflasyon hedefini ulaşılmaz bir duruma taşırken, üzerine bu tip doğal aksiliklerin karşımıza çıkma olasılığı da eklendiğinde hedefi hayale dönüştürebilir.

**
Biliyorum biraz karamsar bir tablo çizdim.

Ancak bütün bu anlattıklarım artık bir karar vermemizin büyük önem taşıdığını gösteriyor. Türkiye’nin 2018’de ekonomi politikasında öncelik ne olacak? Enflasyonu düşürmek mi yoksa bu enflasyonu göze alarak büyümeyi devam ettirmek mi?

Eğer karar enflasyonla mücadele olacaksa -sürdürülebilir bir büyüme ortamı için de fiyat istikrarını sağlamak büyük önem taşıyacağından benim tercihim bu olur- yukarıda saydığım hususlar içerisinde yer alan ve bizim müdahale edebileceğimiz iki unsura yönelik adımları hızla atmamız lazım.

Yani talebi bir miktar frenleyecek bir faiz adımının atılması bu anlamda büyük önem taşıyacak. Böyle bir adım TL’nin değer kaybını da frenleyeceğinden bir miktar büyümeden taviz vererek enflasyondaki artışı bir miktar frenlemek mümkün olabilecektir. Bunu başardığımızda petrol fiyatlarındaki artış ve öngöremediğimiz diğer unsurların da etkisinin daha kısıtlı olmasını sağlamak mümkün olabilecektir.

Aksi takdirde gördüğünüz üzere tek hane hedefi hayalden öte bir şey olmayacak ve bu ay itibariyle TCMB de 2018 enflasyon hedefini yukarı doğru revize etmeye başlayacaktır.

Belki bitirirken bir soruyu daha yanıtlamak gerekir. Hem yüksek enflasyon hem de hızlı büyüme olmaz mı? Olduğunu 1990’larda gördük, sonuçlarını da.. Dolayısıyla bu soruyu soranlara ben de bir soru sorayım.

O yıllara dönmek mi, yoksa o yıllardan ders alıp çok daha iyi zamanlara yelken açmak mı?