Son iki yıldır yaşadığımız Türk Lirası’nın değer kaybı sürecinde iki haftadır çok daha travmatik bir dönemi yaşıyoruz. Dolar ve Euro’da rekor üstüne rekor gelirken Merkez Bankası, Ekonomi Bakanı, Başbakan Yardımcısı, Başbakan, Cumhurbaşkanı velhasıl ekonomi ile ilgili herkes suskun. Sanki hiç birşey olmamış gibi süreci yaşıyoruz.

İnsan kendi kendine sormadan edemiyor, neden herkes susuyor?
**

Eski Merkez Bankası Başkanı ve İyi Parti’li Durmuş Yılmaz söyledi. Fatih Yaşlı da bu konuya ilişkin bir yazı yazdı. Her ikisi de mevcut ekonomi yönetiminin bilinçli bir strateji olarak ekonominin kötüleşmesine izin verdiğini iddia etti.

Bunun üzerine Gazete Duvar’da Ümit Akçay Hoca da son dönemde kurda yaşanan gelişmeleri daha yapısal sorunlara bağlayan bir yazı kaleme aldı. Yazıda içinde bulunduğumuz ekonomik bozulma sürecinin, “yaşadığımız yönetimin elindeki seçeneklerin daralması, bugüne kadar işleyen iktidar mekaniğinin ilk kez işlemiyor hale gelmesi” olduğunu ifade etti.

Eğer bu iki görüşü baz alacaksak Ümit Akçay Hoca’nın yaklaşımı çok daha makul geliyor. Zira kontrollü olarak yaratıldığı iddia edilen bu bozulma sürecinin bir de sonrası var ve bu saatten sonra kontrolü elde tutmak gibi bir durum görünüşe göre söz konusu değil.

O zaman iki soru gündeme geliyor.

Birincisi gerçekten bu bozulma sürecine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın göz göre göre neden bu tepkiyi verdiği sorusu. İkincisi TCMB başta olmak üzere bütün ekonomi yönetiminin neden bu kadar sessiz kaldığı.

Ben Ümit Hoca’ya bir nebze katılmak ile birlikte aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan için faiz tartışmasının içinde bulunduğumuz seçim ortamından çok daha farklı bir anlam ifade ettiğini düşünüyorum. Bir kere her şeyden önce Cumhurbaşkanının; faizin, dini referans alan bir yaklaşımla ekonominin bütün dengelerini bozduğuna inandığını düşünüyorum. Refah Partisi döneminde hepimiz Necmettin Erbakan’ın faiz geliri elde edenlere yönelik ünlü “sizi gidi rantiyeciler sizi” azarlaması hala hatıralarımızda.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2002’de çıkardığını söylediği milli görüş gömleğini de yakın zamanda geri giydiğini hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla gömleğin yeniden giyildiği birkaç yıl öncesine kadar bu konuyu diğer birçok tartışmalı konuda olduğu gibi çok fazla öne çıkarmadığını da biliyoruz. Ancak son 3-4 yıldır Ümit Hoca’nın da bahsettiği sermayenin çıkışı ile birlikte meselenin gündemde daha öncelikli hale geldiğini de düşünüyorum. Nitekim hükümet ve TCMB arasındaki faiz tartışması da son 4-5 ayın değil son 4-5 yılın gündemi. Bu da faizlerin üzerindeki yükselme baskısının arttığı döneme denk geliyor.

Diğer yandan sistematik olarak sıfırlanma ihtimali olmadığını gördüğünden ne kadar düşürebilirsek o kadar iyidir bakış açısının hâkim olduğunu da görebiliyorum.

Yani aslında başta belirtilen diğer iki görüşün aksine meselenin Cumhurbaşkanı tarafında pragmatik, güncel siyaset çerçevesinin çok dışında bir bakış açısıyla değerlendirildiğini düşünüyorum.

Daha çok inançla biçimlenen bu görüş ve bu inancın da değişme ihtimalinin olmamasından ötürü de seçimin sonrasında daha fazla para politikasına müdahil olacağı mesajını rahatlıkla verebiliyor.

Dolayısıyla seçim sonrasında eğer bugünkü yapı aynı şekilde devam ederse, karşı karşıya kalacağımız durum ne Fatih Yaşlı ve Durmuş Yılmaz’ın iddia ettiğinin aksine gerginliğin biteceği bir döneme işaret ediyor ne de Ümit Akçay hocanın belirttiği salt yapısal sorunlar çerçevesinde ele alınacak gibi görünüyor.

Bizi bugüne getiren uygulamaları birebir belki de daha fazla göreceğimiz bir dönemi gösteriyor.

Nitekim başta sorduğumuz ikinci sorunun yanıtı da buraya bağlanıyor.

Dolayısıyla salt siyasi hesaplar, uluslararası ve ulusal yapısal sorunların çok ötesinde bir inanç ilişkisi ile ele alınan yüksek faiz tartışması ortamında kalıyoruz. İçinde yaşadığımız kapitalist düzenin en önemli araçlarından bir olan faizi de böyle bir ortamda tüm kötülüklerin nedeni ilan etmek, bu çerçevede politika geliştirmek de sistemin dışına itilmemize ve sermaye akışının durmasına neden oluyor.

Bütün bu süreçlere daha ne kadar dayanırız sorusunun yanıtı ise çok daha zor ve her dakika daha zorlu şartlara doğru mesafenin kısaldığını görüyoruz.

Zira TL’nin her 10 kuruşluk değer kaybı dışardan borçlanmış şirketlere 40 milyar TL’ye mal oluyor. Fiyat artışları hızlanıyor ve dolayısıyla enflasyon hızla %10’un üzerinde yapışkan hale geliyor. Ücretler reel olarak satın alma gücünü kaybediyor.

Böyle bir ortamda bana sorarsanız çok da uzun bir süre daha dayanmamız mümkün olmayacak.